peygam efendimizin sofrasi
Peygamber Efendimizin mütevazı sofrası |
Peygamber Efendimizin sofrası yiyecekler bakımından fakir, fakat muhtaçlara yardım ve Allah'a şükür bakımından sofraların en zengini olmuştur. Hz. Peygamber ekmek ve yemek israfına meydan vermemiştir. O'nun sofrasına haram hiç girmemiştir. Hz. Peygamber, münferit yemek yemenin bereketli olmayacağını ve ailede topluca sofraya oturmak gerektiğini Yemeği topluca yiyiniz, dağınık olmayınız, şüphesiz ki bereket topluca yemektedir şeklinde ifade etmiştir. Herkes gibi bazı yemekleri diğerlerinden daha çok sevse de, topluluk içinde beğenmediği yemeği kötülememiş ve kötülenmesini de yasaklamıştır.Hoşlanmadığını bırak,onu başkasına haram etme diyerek başkalarının arzularına saygılı olmak gerektiğini vurgulayıp, yiyeceklerin ziyan olmasını engellemiştir. Hz. Peygamber, iktisâdî kurallara son derece riayet etmiş ve ekmek, yemek israfına meydan vermemiştir. O, yere düşen lokmaların, yiyeceklerin insanlara zarar verecek maddelerden temizlenip yenilmesini söyleyerek tabaklarda yiyecek bırakılmamasına şahsen özen göstermiştir. Diğer yandan yemede ölçünün kaçırılmamasını tenbihleyip, Hiçbir insan, karnından daha kötü bir kap doldurmuş olamaz.buyurmuştur. Peygamber sofrasında sevilen ve yenilen siyecekler: Hz.Peygamber, bal ve diğer tatlıları çok severdi. Et suyu ile yapılan bir çorbaya ekmek doğrayıp kaynatılarak hazırlanan tirit yemeği en çok sevdiği yemeklerdendi. Tam kıvama gelmemiş hurma ile karpuz yemek de hoşlandıkları arasındadır. Salatalığı tuzlayıp yemek de âdetiydi. Hiç söylemeye gerek yok ki, o devirde en çok yenilen et yemekleridir ve bu tür yemekler Hz. Peygamberin aynen tirit gibi en çok sevdiği yemekler arasındadır. Şüphesiz ki Arabistanda herkesin olduğu gibi Peygamber ailesinin de en başta gelen besin kaynakları hurma ve arpadır. Hurma, yarımadada açlığa karşı bir teminat olmuştur. Süt de, en çok müracaat edilen bir içecektir. Hz. Peygamberin bizzat avlusunda barınan davarlarının sütünü sağarak ailesine yardımcı olduğu vâkidir. Süt, diğer ailelerde olduğu gibi, Peygamber Ailesinde hurma ve arpa ekmeği gibi temel gıda maddesi durumundadır ve misafirlere de en çok ikrâm edilen içecektir. Peygamber mutfağında çekilen sıkıntılar ve sofra tarzı: Vazifelerin en ağırıyla görevlendirilen Hz. Muhammed (sav) ve dolayısıyla ailesi sık sık geçim sıkıntısı içine düştüler. Büyük dâvânın tebliği, Hz. Peygambere şahsen geçim peşinde koşma imkânı vermiyordu. Aynı dâvâda Ona yardımcı olanlar da başlangıçta bu sıkıntıları çektiler. Sıkıntıların en başında şüphesiz ki yeterli rızkı temin edememe geliyordu. Hz. Peygamber kıt imkânlar ile ailesinin nafakasını sağlamaya çalışıyordu. Rasûlullahın ailesinin yiyecek bakımından çektikleri sıkıntılar ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Hz. Peygamberin açlıktan karnına taş bağlaması da bunlar arasındadır. Hâne-i Saadet hakkında bizlere geniş bilgiler sunan Hz. Âişe, Rasûlullahın yiyecekleri idareli tüketimi hakkında da şöyle bir tutumundan bahseder: Hz. Peygamberin midesine bir günde iki ayrı çeşit yiyecek girmemiştir. Eğer O, et yemişse ona başka bir şey katmaz, hurma yediyse ona başka bir şey katmaz, ekmek yediyse ona başka bir şey ilave etmezdi. Şüphesiz ki, bir defada çok çeşitli şeyler yememek sıhhat bakımından gereklidir. Fakat, Hz. Peygamberin burada sadece tek şey yemesi, gıda maddeleri azlığından kaynaklanmaktadır. Onun ekmek kalitesi hakkında ise Enes (r.a.) bize şu bilgiyi veriyor: Rasûlullah, Allaha kavuşuncaya kadar ince undan yapılmış ekmek ve kızarmış koyun eti yememiştir. Bir kısım hadislerden ailede kepekli ekmek yenildiği fakat Peygamberin hanımlarının, elekleri olmaması sebebiyle, ekmeklik una üfleyerek onu kısmen kepekten arındırdıkları ve böylece biraz daha has bir ekmek yaptıkları anlaşılıyor. Bu dönemlerde Kurân-ı Kerîmde geçen; zeytin, nar ve incir gibi yiyeceklerin yetiştiği bölgelere daha henüz Müslümanların erişemedikleri anlaşılmaktadır. Hz. Peygamberin mutfak hizmetlerine gelince, Onun hanımları yemekleri kendileri pişiriyorlardı. Meselâ: Safiyyenin (r.a.) yemek pişirmesi meşhurdur. Hz. Âişe;Onun gibi yemek pişireni görmedim diyor. Kaynaklarda Rasûlullahın mutfağında çalıştırılan herhangi bir hizmetçi câriyeye rastlanmamaktadır. Hz. Peygamberin eline sonradan hepsini âzâd ettiği bazı köleler ve câriyeler geçmiştir. Bunlar kısa sürelerde bağ-bahçe ve hayvan gütme işlerinde istihdam edilmişlerdir. Ev haricindeki işlerde istihdam edildiği anlaşılan bu köleleri Rasûlullah, çok kısa sürelerle elinde tutmuş olmalı ki kaynaklar onların gördükleri hizmetler hakkında fazla bir mâlûmat vermezler. Rasûlullahın aşçısının olmamasına karşılık ashaptan bazılarının aşçıları-ekmekçileri olmuştur. Meselâ: Ona on yıl hizmet etmiş olan Enesin (r.a.) sonradan bile olsa bir ekmekçisi olmuştur. Muhtemelen Hz. Peygamberin hanımları, ekmeklik unlarını, el değirmenlerinde kendileri öğütüyorlardı. Bizi bu düşünceye iten şey, kızı Fatımânın (r.a.) babasından; ellerinin un değirmeninden nasırlaştığını öne sürerek kendisine bir hizmetçi köle verilmesini yahut satın alınmasını isteyip de bu talebinin, muhtaçların ihtiyaçları yüzünden, yatağa, Allahı tesbih edip yorgun gitmenin daha hayırlı olacağı düşüncesiyle geri çevrilmesidir. Altın ve gümüş kap kacağın kullanılmadığı ve yasaklandığı Rasûlullahın sofra biçimini, Ona küçük yaşta 10 yıl hizmet etmiş olan Enesten (r.a.) dinleyelim: Ben Hz. Peygamberin küçük sahanlarda yemek yediğini, Ona ince undan ekmek pişirildiğini ve Onun masada yemek yediğini bilmiyorum. (hadisi rivâyet eden Katâdeye ) Peki onlar neyin üzerinde yerlerdi, diye soruldu da cevâben; (yer) sofralarında yiyorlardı, dedi. Peygamberin evinde hurma dal ve yapraklarından örülmüş hasırlar üzerinde yemek yenirdi. Ekseriyetle ağaçtan yapılmış eşya sandıkları, tabaklar, maşrapa ve diğer mutfak eşyaları kullanılıyordu. Yemekten sonra Hz. Peygamberin bir tavsiyesi olarak elleri kurulamada peçete ve havlu kullanılırdı. Hz. Peygamberin muhtaçlara çıkardığı sofralar ve siyasî sofraları: Hz. Peygamber, gerek Suffada barınan yersiz-yurtsuz fakirleri ve gerek diğer muhtaçları, açları, sadaka ve zekât gibi çeşitli imkânlardan faydalandırıyordu. Bazı durumlarda onlardan bir kısmını evine yemeğe götürür ve imkânı olan Müslümanlara da aynı şeyi yaptırırdı. Hz. Peygamber ayrıca Nadiroğulları ve Hayber arazilerinden şahsî idaresine geçen yerlerden sağladığı gelirlerden, elçileri ve siyasî heyetleri de ağırlıyor ve onlara yemek çıkartıyordu. Hicretin 9. yılından itibaren Medineye çok sayıda heyetler gelmeye başladı. Hz. Peygamber bunları misafirhanelerde barındırıyor ve onlara sofra çıkartıyordu. Heyetlere nelerin ikrâm edildiğini kaynaklardan öğrenebiliyoruz; Yemâme bölgesinden Hanîfe Halkı heyeti geldiğinde ki kaynaklarda bunların 10 küsûr kişi oldukları kayıtlıdır- misafirhanede konuk edildiler. Kendilerine akşam-sabah; bazen ekmek ve et, bazen ekmek ve süt, başka bir zaman ekmek ve tereyağı, bazen de hurma ikram ediliyordu. Muhtemelen diğer heyetlere de, imkânlara göre değişiklik gösterse de, buna benzer şeyler ikrâm ediliyordu. Ebu Hureyre; akın akın gelenlerin ve misafirlerin çokluğundan dolayı Hz. Peygamberin aç kaldığından söz etmektedir. Devlet gelirleri yeterli olmadığından Hz. Peygamber her yere yardım elini uzatmak zorunda kalıyor ve bu sebeple Onun sofrası devlet adına evinin dışına da taşıyordu. Prof. Dr. Celal Yeniçeri |
ŞEYTANİN FİLMİ Modern psikolojinin her birine ayrı teşhis ve tanımlar bulduğu fobi, takıntı, şizofreni, paranoya vb. gibi kavramların tümü dini literatürde vesveseve evham ile izah edilirdi. Hepsi de birbirinden farklı olan psikolojik durumları tek bir terimle ifade etmek elbette sıkıntı doğurur. Fakat bu sıkıntı vesveseye verilen farklı tariflerle fazlasıyla aşılmıştı. Bu tariflerin her biri, vesvesenin farklı bir türüne karşılık sayılabilirdi. Vesvese, konuluşu itibarıyla doğal bir kelime. Nefsin ya da şeytanın fiskosu, fıs-fıs-fıs diye üflemesinden yola çıkılarak türetilmişti. Daha kolay anlaşılması için vesveseyi şöyle tanımlayabiliriz: Gözün ardında ve beynin önünde sinema perdesi gibi bir perde gerili olduğunu düşünün. Bu perdede ayartıcı güdülerin baskısındaki bilinçaltı, ya da dışardan ve içerden bilincimiz üzerinde baskı kurmaya ve ruhun bilinç üzerindeki etkisini yok edip orada hüküm yürütmeye çalışan her tür şeytani güç film oynatır. Eğer şeytani güçlerin filminin seyircisi olursanız, onlar oynatmaktan usanmaz. Siyah-beyaz, renkli, üç boyutlu Avantür, romantik, korku, şiddet, cinsellik sömürüsü içeren filmler Şeytanın arşivi çok geniş. Kuranın buyurduğu gibi önlerden, arkalardan, sağlardan, sollardan gelerek insanı ayartmaya çalışır. Peki, insan üzerinde bir gücü var mı? Kuran defaatle asla diyor. Rabbimizin dilinden Senin benim kullarım üzerinde etkili bir otoriten (sultân) yoktur. Peki, şeytan ve tüm şeytansılar bu gücü nereden alıyor? Vesvese verdiği insanın kendisinden. Yani mağdurdan. İradenizde oluşacak her zaaf, şeytanın ve nefsin gücüne dönüşür. Siz adeta iradenizden şeytana ve nefse transfer yaparsınız, o da sizden aldığını size karşı kullanır. Unutmayın: Seyircisi olmayan oyun uzun süre devam etmez. Eğer siz onun seyircisi olmayı ısrarla sürdürürseniz, o zengin galerisinden sizin için, sizin zaaflarınıza, eğilimlerinize, çürük yanlarınıza uygun bir film seçer. Herhangi bir konudaki korkunuz bir zaafa dönüşmüşse. Kalenizi oradan döver toplarıyla. Çünkü orası kalenin en zayıf yanıdır. Herhangi bir konuda takıntınız varsa, bilincinizi oradan tırtıklar. Geminizi delmeye oradan başlar ki, su alıp da batsın. Şehvet, şöhret, tutku, para Hatta kimi zaman insanın ibadetini dahi kendi emelleri uğruna kullanmaya, Kuranın ifadesiyle onu Allahla aldatmaya bile kalkışır. (35.5) Şeytanın ve şeytansıların vesvese ve vehimleri hakkında birçok eser vermiş ulemamız. Ama bunların içerisinde en müstesnası İbnul-Cevzinin Telbisu İblisi. Peki, bütün bu saldırılara karşı ne yapmalı? Bir kez şeytanın ve nefsin tasallutundan azade bir kul düşünülemez. Herkes her an vesvese ve evhama karşı mücadele etmek durumundadır. O halde böyle bir saldırıya muhatap olmak suçlanacak bir şey değildir. Hele küçük vehimlerimizi büyütmekten daha büyük vesvese olamaz. Yükseklik korkusu olan birine Yahu sen nasıl Müslümansın? diye tarizde bulunmanın abesliği gibi. Ya da fareden aşırı korkan birinin Allah korkusunu sorgulamak gibi. Bu abesle iştigaldir. Elbet bu bir zaaftır, ama iman zaafı diyecek kadar da değil. Bunun bir yığın psikolojik ve bilinçaltı sebepleri vardır ve bu sebepler bazen basit bir klinik müdahaleyle bile çözülebilir. Ama bu konudaki zaafın derecesi ne olursa olsun yine de mümin, imanın makarrı olan akleden kalbi bir rehabilitasyon merkezi olarak kullanmayı bilmelidir. Söyler misiniz; iman bize emniyet vermeyecekse başka ne verir? Vesvese ve evhamdan kurtulmak isteyen, şeytanın filmini seyretmesin. (M.İslamoğlu) |